26 Ekim 2010 Salı

"GÖRÜYOR MUSUN ŞU YIKIK EVİ, O EV BİZİMDİ"










Nereden nereye
Serpenekli, mabeyinli, evlikli
Toprak damlı evlerden çatılı evlere
Öyle de
İnmiş benim köyüm yüz elli haneden kırk haneye
***
Neler yaşanmıştır kimbilir
Şu yıkılmış duvarların arkasında
Dile gelseler de anlatsalar bize
Odalarda, evliklerde, kapı önlerinde
Elleri kınalı genç kızların
Tarlada, ahırda çalışan kadınların
Ve düğünlerde halaya, sinsine duran gençlerin
Neler yaşadıklarını
Bu evlerde
Doğduğumuz yer kaderimiz falan olmadı bizim. O ancak ilgi çekmek açısından bir TV dizisinin adı olmuş. Gün geldi ayrıldık gönlümüzde oranın özlemini duya duya. İşte bu özlem, anamın babamın o topraklarda yatışı her yıl bir kere de olsa çeker götürür beni sılaya.
Köyün girişinde başlar içimin sızısı. Girişte sol tarafta ilk binalardan biri olan okul “Nereye gitti benim öğrencilerim, öğretmenlerim?” dercesine sessizliğe gömülmüş, sıvaları dökülmüş, ağaçları kurumuş, sanki boynu bükük durur orada.
Bu sanal ortamda bazı paylaşımlar görürüm zaman zaman. “Köylerde imam var; ama öğretmen yok!” diye. Oysa ben şuna kesinlikle inanırım ki bir köyde bir ya da birkaç öğrenci bile olsa onları eğiten bir öğretmen olmalı. Öğrenciler taşımalı eğitimle başka yerlerde değil kendi köyünde eğitim, öğretim görmeli.
Bu konu üzerine sayfalarca yazılır; ama beni asıl üzen o güzelim köylerin yıllar içinde boşalmasıdır. Ben köye girince yalnız boş okulu görmüyorum. Terkedilmiş çok sayıda ev, kerpiç duvarları yıkılmış evler de terkedilmişliğin hüznünü taşıyorlar sanki.
Boşalan yalnız benim köyüm değil, çevresindeki tüm köyler. Kente gelişin şaşkınlığıyla değişen, arabeskleşen kültürler.
***
“Merhaba!” dedi köyün tozlu yolundan yürürken biri
“Merhaba!" dedim, “Kusura bakma tanıyamadım ben seni.”
“Ben Yakup, babama da Hacı Yakup derlerdi.”
Şapkasını eğmiş kaşın üstüne
Bıyıklar yerli yerinde
Şöyle baktı bana uzun uzun
“Adını bağışla, ben de tanıyamadım seni.”
“Bak Yakup! “dedim, "Görüyor musun şu duvarları yıkık evi
İşte o ev bizim evimizdi
Şu karşımızdaki de eski kooperatif binası
Hasan Çavuş derlerdi köyde babama
Bu binada memur idi
Benim adım Numan
Böyle işte, evimiz harabeye dönse de özlerim köyümü
Gelir dolaşırım böyle zaman zaman”
“Öğretmendin değil mi sen
Çocukluk yıllarımda sizi az çok hatırlıyorum hocam
Görüyorsun mahallede evler bomboş
Ekmek parası diyen gitti, şehirde yaşamak isteyen gitti
Kaldı bu köyde
Benim gibi birkaç gariban”
Yakup'un bu sözleri anlattı bana
Yüz elli hanelik köyün kırk haneye nasıl indiğini
İnsanıyla, yaşamıyla, okulu, öğretmeniyle
Köylerin nasıl bittiğini
***
Şöyle demiş Zafer Yanık adlı şair “Göç” adlı şiirinin girişinde:
“Bilirim bilirim elbet
Çaresizlik içinde köyden kente göçün hüznünü
Umutlarını, eşyaları gibi kamyonlara yükleyip gider insanlar
Yüreklerini ardında bırakırlar yaşlı gözlerle
İçleri kan ağlar ve kabaran öfkeyle feleğe hayıflanırlar
Ve de durmaksızın bilinmezlere doğru yol alır garibanlar”
O kerpiç,yıkık binaları görünce köy mezarlığının yanında çamurun kalıplara doldurulup sonra kurutularak kerpiç kesilmesi geldi aklıma. Çocukluğumda köydeki bütün evler kerpiçten yapılmıştı, toprak damlıydı. Zaman içinde o kerpiç evlere kiremitli çatılar yapıldı.
Yukarıdan aşağıya köyün içinde o kadar yıkık duvarlı kerpiç ev kalıntısı var ki dayanamadım bunlardan birinin fotoğrafını çektim. Sonra dedim ki kendi kendime "Ben, bu yıkık duvarları konuşturayım; kendi öykülerini kendileri anlatsınlar."
Sözü aldı ağzımdan yıkık duvar:
"Ben bir yıkık duvarım. Bir ben değilim yıkık olan. Bana dayanan diğer üç duvar da yıkık. Yeni yapılırken de ne kadar keyifliydim. Köy mezarlığının yanındaki gölün kenarında kerpiçlerimi kesti sahibim. Dört gözlü kalıbın içine, kardığı samanla karışık çamuru attı. Kalıbı kaldırınca dört kerpiç ortaya çıktı. Yan yana sıralandı kerpiçler. Sığır dönüşü hayvanlar çiğnemesin diye kuruyuncaya kadar kerpiç sergisinin başını bekledi kerpici kesenler. Kurudu, yapılacağım yere at arabası ya da traktör vagonetiyle çekildi kerpiçler.
Bu köyün insanları duvar ustalığından anlamazlardı. Göçmen ustanın maharetli elleriyle kayıldı üst üste kerpiçler. Harcımız da yine çamurdu. Çatı ne arasın o zamanlar. İnce, kalın direklerle örtüldü üstümüz. Sonra ot ve toprak atıldı dama. İçimizi, dışımızı o, uzun boylu Fettah Usta sıvayınca olduk bir köy evi. Öyle uzun boyluydu ki bu adam çoğu yerde merdiven bile kullanmazdı sıva yaparken.
Fettah Usta'dan söz etmişken onun şakacılığından da örnek vereyim. Köydeki kadınların çoğunu tanır, onlara özelliklerine göre isim takardı. Eğer kadını pişirdiğini beğenmezse “Bunun elinden kabuklu yumurta yenmez!” derdi. Öyle usta bir sıvacıydı ki bizleri sıvayınca üstümüzde sanki sinek kayardı.
Şimdi yıkık duvarlar olduğumuza bakmayın neler yaşandı bizim dört duvarını oluşturduğumuz bu evlerde. Evlerin dört duvarı içinde, girişte mabeyin dediğimiz, odalara ve evliğe açılan bir genişçe aralık. Odanın biri sürekli oturulan yer olduğu için üç tarafına, içi taşla doldurulmuş yükseklikler yapılır; somya, kanepe yerine kullanılırdı bu kilimle, minderlerle, halı yastıklarla döşenmiş yerler. Bu odanın bir köşesinde de tabanı betonla örtülmüş, köylünün "hamamlık" dediği her tarafı açık banyo bulunurdu.
Bizim dört duvar olarak oluşturduğumuz evlerin içinde, köy evlerinde yüklük, buzdolabı görevleri yapan "evlik" vardı. Serin, soğuk olurdu bu odalar. Bir tarafında yün yorgan, yatak kayılı olurdu bu evliklerin. Ayrıca kışlık yufka ekmek, kurbandan kurbana üzlüklere doldurulan kavurma (sızgıt), turşu küpleri de bu evliklerde saklanırdı. Nişanlısını, akşamları gizlice görmeye gelen köy gençleri de utana sıkıla, elleri kınalı nişanlıları ile bu serin odalarda görüşürlerdi. Acıkan çocuklarına bu evliklerdeki üzlüklerde korunan kavurma ya da çökelekle dürüm verirdi analar.
Gün geldi, her kış akan üstümüzdeki o kara örtüler, damlar açıldı, yerine çatılar kuruldu. Kırmızı kiremitli çatılar. Köylü, toprak örtülü damlara iki köy öteden çora çekmekten kurtuldu. Biz duvarlar da yağmurdan, kardan daha az etkilenir olduk.
Fotoğrafta sadece bizi, yani yıkık duvarlarını gördüğünüz ev Kekeç'in Ali amcanın eski evidir. Kırmızı yanaklı Ali emminin ilk eşi Hüsne teyze, kınalı elleriyle bu eve gelin geldi. Dört çocuklu gelinken, kayınbabasının yanında sesli konuşmazken daha, genç yaşta traktörle vagonet arasında kalıp geçti gitti bu dünyadan. Bu yıkık evin fotoğrafını çekince aklına geldi bizleri anlatmak bu satırların yazarının. Keşke Hüsne gelinin dramatik öyküsünü de tam bilse de anlatsaydı.O zamanlar köy kızlarının, kadınlarının adları Karacaoğlan'ın koşmalarında olduğu gibi Ayşe, Zeynep, Huriye (Hürü), Elif, Fadime ve benzeri adlardı. İşte Hüsne de onlardan biri.
Fotoğrafı yok; ama bu yıkık duvarları kalmış evlerden biri de aşağı mahallededir. O evde de bizi konuşturup "niye yıkık duvarlar olduğumuzu" anlatan yazarımızın Hüsne teyzesi otururdu. Bu Hüsne yukarıda sözünü ettiğim Hüsne'nin amca kızıdır. Türküler yakan, yanık sesiyle bu türküleri söyleyen, yoksulluk içinde yaşamış, tam da bolluğa kavuşup rahat edecekken hastalanıp yıllarca derdin sıkıntısıyla yaşayan Hüsne teyze. Öğretmen olan yeğeninin eşinin de çalışmasına aklı bir türlü ermemişti Hüsne teyzenin. "Senin yemeğini kim yapıyor? Mektebe aç mı gidiyorsun?" diye sorular sorardı. Türkü bile yakmıştı. Sanıyordu ki çalışan kadınlar evde yemek falan yapmaz. Şimdi bizi, yıkık duvarlarını gördüğünüz bu evde Hüsne teyzenin kocası Saat emmi (Sait) çobanlık yaparken ne yoksulluklar yaşanmıştır. Dolabında sakladığı, Nevşehirli çerçilerin çorap eskisiyle, yırtık naylon ayakkabı karşılığında sattığı kuru üzümü, leblebiyi çocuklarına gıdım gıdım verirdi Hüsne teyze. O küçük, kirli beyaz karton kutusuyla Rize çayı paketinden azcık atardı demliğe. Nerede şimdiki gibi çeşit çeşit çay?
Ne Hüsneler, Hürüler, Ümüşler ve de Döndüler gördük biz, şimdiki gibi birer yıkık duvar değilken. Ne sevinçlere ne üzüntülere tanıklık ettik o dört tarafını çevirdiğimiz evlerin içinde. Kocasından olmadık yere dayak yiyen kadınların ağlayışını, doktora bile götürülemeden yatağında ölen yaşlıların inleyişlerini yaşadık. Niye o evler artık uçuntu oldu da bizler birer yıkık duvar olup çıktık?
1960'lardan sonra kasabalarda, kentlerde üçer beşer birleşip ev tutarak okumaya başladı bu köyün çocukları. İyi de okudular. Pek çok meslekten iş sahibi oldular. En çok da öğretmen yetişti. Okuyanlar işleri gereği memleketin çeşitli yerlerine dağılmaya başlayınca göç de başladı köyden. Bir de 'Alamancılık' çıktı o yıllarda. Memleketimin kara yağız, o yaşa kadar askerlik dışında köyünden bile çıkmamış insanları trenlerle çalışmaya gittiler uzak el kapılarına. Zamanla eş ve çocuklarını da götürmeye başladılar. Birçoğu yerleşti kaldı uzak gurbet ellerine. Ekmek nerdeyse hayat da oradaydı. Tarlalara kadastro da gelince bölük pörçük olunca o bereketli tarlalar, çoğu sattı payına düşeni. Ankara'dan, Kayseri'den, Kırşehir'den...çeşitli kentlerden ev alanlar göçüp gittiler köyden. Evlerini bahçe duvarlarıyla çevirip, ağaçlar dikerek güzelleştirip köyde kalanlar da var; ama köyün pek çok insanı göçüp gitti. Boş kalan evler de zaman içinde, bakanı, oturanı olmayınca yıkık dört duvara dönüştü.
Yıkık duvarların öyküsü de aslında köyün, köylülüğün de bir tükenişidir. Bizde, bu yıkık duvarlarda anlatacak ne yaşanmışlıklar var; ama şimdilik yeter deyip sözü bu satırların yazarına bırakalım."
...........................................................
Tüm yazılarımı kendi söyleyişimle yazarken yüz elli hanelik köyümün nasıl elli haneye kadar düştüğünün öyküsünü, görünce etkilendiğim yıkık duvarların ağzıyla anlatmak istedim. Çünkü o duvarların oluşturduğu evler terkedilip viraneye dönerken aslında bir kültürün, yaşam biçiminin de tükenmişliğini anlatıyorlar.
Biz toprak damlı, kerpiç duvarlı
Evlerde büyüdük
Kışın sıcak, yazın serindi bu evler
Öyle kendimize ayrılmış
Odalarımız falan yoktu
Alfabedeki yazıları geçtik
Saman yapraklı defterlerimize
Gaz lambasının soluk ışığında
Lüks lambasının yanması bile lükstü
Evimize konuk geldiğinde
Okuduk, yazdık, büyüdük
Kentlere göçtük
Rahat yaşadık, yaşıyoruz
Özlemini duyuyoruz o yoksunluk günlerinin
Köydeki bir yıkık duvarı
Gördüğümüzde"
..........................................................................
Numan Kurt
   Numan Kurt
   17 Kasım 2010

   Not: Yıkık evin üstündeki fotoğraf Hacıbektaşlı sıvacı Fettah Usta'ya aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...